KENDİSİNİN EFENDİSİ OLMAYAN HİÇ KİMSE ÖZGÜR DEĞİLDİR
“İnsanın en büyük zaferi, kendisine hâkim olmasıdır.”
— Platon
İnsanın kadim sorusu hep aynı: Neyi arıyoruz?
Bizi yollara düşüren, nice ömrü tüketen, uykusuz gecelerde içimizi kemiren arayışın son durağı neresidir?
Kimi “para” der, kimi “sağlık.”
Bir başkası için hayatın özü “sevmek”tir; kimine göreyse “sevilmek.”
Ne var ki bütün bu isteklerin ardında gizli bir öz yok mudur?
Aslında hepimiz, farklı yollardan geçsek de aynı menzile yönelmiyor muyuz?
Mutluluk… ve onunla beraber gelen dingin bir huzur.
Ama işte soru burada derinleşir:
Mutluluk, sahip olmakla mı gelir; yoksa hiçbir şeye sahip olmadığımızda mı kapımızı çalar?
Tüm bağlarımızdan arındığımızda mı özgürleşiriz, yoksa bırakamadıklarımızla mı daha çok sınanırız?
Ve en önemlisi: Sahip olduklarımızı ardımızda bırakmak, sandığımız kadar kolay mıdır?
Belki de hakikatin özü, dışarıda aradığımız şeylerde değil, içimizdeki kudrette saklıdır.
Çünkü kendisinin efendisi olamayan, başkasının zincirinden de kurtulamaz.
Gerçek özgürlük, insanın kendi üzerinde kurduğu hâkimiyette gizlidir.
Belki de gerçek özgürlük nefsani arzulardan kurtulabilmektir, ya da onu tanıyıp dizginleyebilmektir.
Bu hakikati yüzyıllar öncesinden bize fısıldayan Stoa duası, hâlâ kulaklarımızda yankılanır:
“Tanrım, bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmek için kuvvet;
değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret;
ve bu ikisini birbirinden ayırmak için hikmet ver.”
Belki de mutluluğun sırrı, ne çok şeye sahip olmakta ne de her şeyden vazgeçmekte…
O sır, kabullenmenin dinginliğinde, cesaretin ateşinde ve hikmetin ışığında saklıdır.