İnsan Ölür, İnsanlık da Peşinden mi Gider?
Bir ev var… Henüz kapısı tam kapanmamış. Bir yastık var… Üzerinde başının sıcaklığı hâlâ duruyor. Bir sandalye, son oturuşundan beri kıpırdamamış. Perdeler, onun baktığı yerden hâlâ dışarıyı izliyor.
Ama o yok. Ve o gider gitmez, evin içi doldu. Taziye değil bu. Ziyaret değil. Bu, ne yazık ki bir koşu… Eşyaya, mala, takıya, hatıraya… Henüz ardından bir Fatiha okunmadan, dolaplar karıştırılıyor. Henüz ruhu yükselmeden, koliler hazırlanıyor.
Bu nasıl bir acele? Bu nasıl bir açlık? Bu nasıl bir insanlık?
Sanki bir insan değil de, bir depo boşaldı. Sanki bir ömür değil de, bir fırsat kayboldu.
Ne zaman bu hale geldik? Ne zaman birinin kaybı, geride kalanların kazancına dönüştü? Ne zaman yas tutmak yerine, miras hesapladık?
Bir ömürlük hatıralar bir gecede kutulara giriyor. Sevdiği kupası, en sevdiği hırkası, çocukluk fotoğrafları… Hepsi “kimin olacak” telaşıyla pay ediliyor.
Ama kimse sormuyor: “Bu evde kalmış sessizliği kim alacak?”
Ya da “Onun gidişiyle içimizde açılan boşluğu kim paylaşacak?”
Bazıları için ölüm, bir insanın yokluğu değil, eşyalarının serbest kalması. Ne acı…
Oysa ölüm, bir sınavdır geride kalanlar için. Kim neyi aldı değil, kim nasıl davrandı diye yazılır puanlar.
Belki gün gelir, bizim de kapımız kapanır bir gün. Ve işte o zaman anlaşılır, geride ne bıraktık: eşyalar mı, dualar mı?
Çünkü asıl miras, insanın ardından edilen kelimelerdir.
Ve bazı cümleler, hiçbir takıdan, hiçbir eşyadan daha kıymetlidir:
“Gidişiyle yıktı bizi. Ama ne kadar da güzel bir insandi