Bir toplum meselesi: Kaybettiğimiz şeyler üzerine
“Bir toplumun çözülmesi her zaman gürültülü olmaz, bir buz kitlesi misali bazen sessizce olur; değerlerin, kelimelerin, utancın ve nezaketin anlamını yitirdiği bir anda başlar.
Bugün biz, kaybettiklerimizin yıkıntıları arasında yaşıyoruz: haya, utanma, edep, vefa ve saygı…
Bir zamanlar safları sıklaştırıp bizi bir arada tutan bu değerler, artık “eski zaman kelimeleri “”gibi duruyor.
Ama unutuyoruz ki, bir toplumun ruhu dilinde saklıdır; hangi kelimeleri terk edersek, o duyguları da kaybediyoruz.
Mesela “İnsanda biraz hava olur” deyince insanın kendine ve başkasına karşı duyduğu içsel ölçüyü ifade eder. Bu “kendini aşırıya karşı koruma refleksi. Modern çağda bu duygu, özgüvenin zıddıymış gibi algılanıyor. Oysa Durkheim’ın dediği gibi, “Haya tam da bu vicdanın sesi, içimizdeki toplumsal denetimdir. Bugün bu ses çok daha cılız bir şekilde çıkıyor.
Görünür olmak, ölçülü olmaktan daha değerli hale geldi. Bir zamanlar utanmak, bir hata karşısında insanın kendini arındırma biçimiydi.
Şimdi utanmamak, bir güç gösterisine dönüştü.”
Zymund Baugman’ın ‘akışkan modernite’ dediği çağda yaşıyoruz.
Utanç bile kalıcı değil artık, birkaç saniyelik bir sosyal medya gönderisi kadar sürüyor. Utanmanın yerini teşhir aldı; içe dönük vicdanın yerini dışa dönük beğeni arayışı.
Toplum, utanmayı bir eksiklik, “fazla duygusallık “olarak yaftaladıkça, vicdan zayıflıyor.
Ve böylece birey, toplumun gözünde değil, algoritmanın onayında yaşamaya başlıyor.
Edep, kelimelerin, jestlerin, bakışların bile bir ahlakı olduğuna inanmak demektir. Fakat çağımız ‘doğallık’ adı altında kabalığı kutsadı.
‘Ben buyum’ diyerek her davranışı meşrulaştırmak, toplumun ince dokusunu aşındırdı. Oysa edep, yapay bir maske değil; içten gelen bir özen biçimidir.
Toplumsal hayatta edebin kaybı, saygının ve sınır bilincinin erimesi demektir.
Bu kelime bugün sözlüklerde kalsa da, davranışlarımız da kayboldu.
İnsanın içsel pusulası bozulduğunda, toplumsal yön duygusu da kaybolur.
Fromm’un dediği gibi ‘Modern insan vicdanını kaybetmedi, sadece susturdu.’
Artık yanlışın utancı değil, fark edilmenin korkusu var. Bu da bizi ahlaki bir serbest düşüşe götürüyor.
Kimin doğru kimin yanlış olduğuna toplumsal değerler değil, güç ve görünürlük kara veriyor. Saygı, toplumsal varoluşun en sade ama en güçlü göstergesidir.
Bir toplumun medeniyet düzeyi, bireylerin birbirine nasıl davrandığında gizlidir.
Saygı yalnızca büyüğe değil; farklı düşünene, zayıfa, susturulana da yöneliktir. Bugün saygı, çıkar ilişkisine, statüye, menfaate bağlı hale geldi.
Oysa gerçek saygı, ‘hak eden’ e değil,’varolan’a gösterilendir.
Toplumun yeniden inşası, işte bu sessiz değerin hatırlanmasıyla başlayacak. Kaybettiğimiz şeyler, yalnızca ahlaki değil, sosyolojik bir çöküşün de işaretidir. Toplumsal çürüme dedikleri bu olsa gerek.
Bauman moderniteyi ‘akışkan’ olarak tanımlarken, aslında Durkheim’ın anomi kavramına yeni bir çağ yorumuydu bu. Artık hiçbir bağ kalıcı değil, ilişkiler geçici, inançlar esnek, aidiyetler değişken. Her şeyin hızla aktığı bir dünyada tutunacak anlam bulamamak, en derin yorgunluk biçimi.
Modern insan artık aç değil, yoksul değil, güçsüz değil… Ama yönsüz…
Bu yönsüzlük, anominin en belirgin sonucudur…
İnsanın dış dünyada her şeye sahip olup, iç dünyasında hiçbir yere ait olamaması. Çünkü bu değerler haya, utanma, edep, feva ve saygı, bir toplumun ortak vicdanını oluşturur.
Bu vicdan zayıfladığında, birey yalnızlaşır, toplum dağılır, anlam silinir.
Belki bugün yapmamız gereken şey, kaybettiklerimizin ardından yas tutmak değil, onları neden kaybettiğimizi cesurca görmek.
Çünkü toplum, kayıplarını fark ettiğinde, kendini yeniden inşa etmeye başlar.