Adı konmamış bir yok oluş
Son günlerde hepimizin gözleri önünde, sessiz ama yıkıcı bir felaket yaşanıyor. Birkaç gün içinde Türkiye’nin dört bir yanında 240’tan fazla yangın… Haberlere bakıyorum, “Can kaybı yok” deniyor. İçimden bir ses bağırıyor: Peki ya ölen ağaçlar? Peki ya yanarak can veren hayvanlar? Geleceğimizin akciğerleri, çocuklarımızın nefes hakkı, yarınlarımız?
Bunun bir depremden, bir sel felaketinden ne farkı var? Hatta belki daha sinsi, daha unutulur bir acı. Çünkü burada ölen, konuşamıyor. Yanıp küle dönen bir ağacın feryadı duyulmuyor. Koşarak kaçmaya çalışan bir kirpinin, yuvasını arayan bir sincabın çığlığı televizyonlarda yankılanmıyor.
Yangın haberlerini her gördüğümde içim parçalanıyor. Bu sadece bir doğa olayı değil. Bu, insanlığın ihmali, umursamazlığı ve bencilliğinin sonucu. Ve her ağaçla birlikte, biz de biraz daha eksiliyoruz. O ormanlar sadece ağaç değil ki… Onlar bizim nefesimiz, geleceğimiz, umutlarımız.
Çocuklarımızın geleceğine bırakacağımız şey ne olacak? Beton yığınları mı? Kurumuş toprak mı? Yanık kokusu mu?
Her yanan ormanla birlikte, aslında hepimiz biraz ölüyoruz.
Bunu görmek, hissetmek ve bu acının altını çizmek zorundayız. Yoksa sadece haberlere “yangın haberi” deyip geçeceğiz.
Oysa her yangın bir yok oluş. Ve biz bu yok oluşun seyircisi olmaya devam edersek, yarın ne çocuklarımız, ne biz bu topraklarda huzurla yaşayabileceğiz.
Belki bugün can kaybı yok deniyor. Ama geleceğimiz ölüyor. Nefesimiz, umutlarımız, doğamız ölüyor.
Ben bu yok oluşa seyirci kalmak istemiyorum. Çünkü sessiz kalmak da, susarak izin vermektir.
Bir gün değil, her gün konuşmamız, hatırlamamız ve bu felaketi önlemenin yollarını aramamız gerekiyor.
Bu dünya bizim değil. Bize emanet. Ve biz emanete iyi bakmayı beceremiyoruz.
Ben yandıkça kavrulan toprağın, çaresiz hayvanların, susan ağaçların sesi olmak istiyorum.
Sen de ol.
Çünkü henüz geç değil… ama çok az zamanımız kaldı.